Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet adlı eserinde okuyucuya “kadın olmanın varoluşunu” anlatmaktadır. İki cinsiyeti de olduğu gibi olarak ele alırken, eril tarihin içindeki mutlak başka olanı, her zaman birinci cinsiyetten sonra gelen kadının konumunu ve kadının bu konuma ilişkin bilincini aktarmaktadır. Metnin ana izleği olarak şunu da ileri sürebiliriz: Beauvoir, Hegel’in mutlağından hareketle eril tahakkümün dayattığı kadın olma halini, yine Hegel’in ”başka öteki” kavrayışına ve daha da ilerisinde “Mutlak başkalık bir varlık durumu olamaz” zeminine dayandırarak ileri sürmektedir.
Filozof, bu eserde adeta Marx’ın sınıf bilinci olarak adlandırdığı kavramı okuyucuya feminist bir bakışla aktarmak istiyor gibi görünmektedir. Aslında Marksist teoriye başvurusu olsa da ileri sürülen aslında varoluşçu bir feminist yaklaşımdır.) Beauvoir, eril tarihin “kadın sorunu” olarak ele aldığı cinsiyet eşitsizliği meselesini felsefece ele almakta ve sorunla ilgili olgular da olduğu gibi bu açıdan ortaya koymaktadır. Beauvoir, eril tarihin “kadın sorunu” olarak ele aldığı cinsiyet eşitsizliği meselesini felsefi bakımdan ele almakta ve sorunla ilgili olgulara da bu perspektifle yaklaşmaktadır.
Beauvoir, okuru kadının ve erkeğin ne olduğu konusunda radikal bir sorgulamaya dahil etmekte, ve kadınlığın aslında olunan bir kimlik olduğunu ileri sürmektedir. (Beauvoir,2020) Tarih, erkekler tarafından yazılan bir “erkek akıl” ile dünyayı anlamlandırma işidir. Bu bağlamda erkek kendini özne olarak mutlak varlık ya da en yüce organik varlık olarak tayin ederken kadın ise erkeğin dışında kalan ne varsa onlarla aynı konumda dahi değildir. Beauvoir’a göre, kadın, mutlak öznenin dışında kalan bütün “başka” olanlar içinde belirlenmiş bir Mutlak Başkadır. Hakikatte kadının bu mutlak başkalıktan kopamayışı, onu içselleştirip kabullenişi, erkeğin kendisine dönük taşıdığı bu bakış açısından daha büyük bir sorun teşkil eder. Bu -sağlıksız- kabulleniş filozofa kadın olma halinin istikrarını sorgulatır ve kadınların o günkü durumunda -hatta bugünkü durumunda da- neden bu tahakkümden sıyrılamadığını Marx’ın burjuva ve proletarya ikiliğine de gönderme yaparak ortaya koymaktadır. Yukarıda da sözü edildiği gibi mutlak başka olma durumu mutlak ve başka olanların bir araya gelemeyecekleri iki içeriğe işaret ediyor olmasında yatmaktadır. Fakat, yine de kadın kendini bu biçimde belirlenmiş olmak kabulünden sıyıramamaktadır. Bunun nedeni, Beauvoir’a göre, proletarya burjuvaziye karşı koyabilecek somut araçlara sahiptir; birlik oluşturabilecekleri mekanları, birbirlerine kolayca ulaşabilecekleri fiziksel yakınlıkları ve en önemlisi de ortak bir düşmanları vardır. Evet, kadınların da erkekler tarafından belirlenmiş ‘Başka’lar olmak gibi ortak bir dertleri olsa da proletaryanın aksine kadınlar bir arada kalabilecek somut araçlara sahip değildir. Bunların dışında en önemlisi ise proletaryanın burjuvaziyle olan ilişkisine göre kadınların erkeklerle olan ilişkisi soyut ve güçlü bağlarla çevrili olmasıdır. Erkekler kadın için düşman değildir ve kadınlar işçilerin aksine mekânsızdır. Mekânsızlık somut araçların en önemlisinin yokluğuna işaret eder. Bir araya gelebildikleri alanlar olmayan kadınlar erkekler arasına düzensizce dağılmış haldedir. Dolayısıyla kadının, kadın olma hali üzerine derinleşebileceği toplantılar gerçekleştirmesi bir kenara; kadınlar birbirleriyle dahi karşılaşamamaktadır.
Yukarıda açıklanan pasaj bağlamında kadınların kadın kelimesini değil, kadın olma halini ya da olgusunu kendilerine dayatılan biçimde, kabullenerek kullandıkları anlaşılmaktadır. Beauvoir’ın da dediği gibi kadınlık olgusunu kabul eden kadın, kadın olma halini yani verili kimliği kabul etmektedir. Hiçbir çocuk olguların kabulüyle doğmaz; bilakis olgular ona dayatılır; ki bu da patriarkanın ‘conatusu’ yani kendi varlığını sürdürme çabasıdır. Böylece kadın artık içkinliğe hapsolmuştur. Beauvoir’de İçkinlik, mutlak başkalıkla kadının hapsolduğu, biyolojik yanı güçlü ihtiyaçlar alanıdır. Bu içkinlik alanı, kadın için asıl bir yaşamsal varoluş alanı olarak atanmıştır. Yalnızca fiziksel ihtiyaçlarını değil ve ancak varoluşuna ilişkin tüm bir çabayı gerçekleştiren yalnızca kendisidir. Aşkınlık alanı ise erkeklerin özne olarak kendilerine ayırdıkları ve bedenlerine sıkışmaksızın diğer öznelerle de bağ kurabildikleri alandır. Yukarıda gönderme yapılan proletarya ve kadının neden benzer bir mücadele veremeyeceği konusu tam da burasıyla ilgilidir. Kadın, patriarka tarafından içkinlik alanına hapsedilerek birlik olabilme imkanları dolayısıyla mücadelesi daha en başından önlenmiştir. Proletarya ise burjuvaya bağlı olsa bile bağımlı değildir. Burjuvanın kurduğu fabrika proleterin aşkınlık alanıdır yani kendi mücadele imkanlarını serilmeyeceği yerdir ve yine proleter, kendine başka bir burjuvanın fabrikasında bir aşkınlık alanı bulabilir ya da oluşturabilir. Kadın kendi cinsiyle bile bu aşkınlık alanına çıkamamaktadır. Bu da kadının kadınlık olgusunu zorunlu olarak kabullenişinin sakıncasıdır.
Lafzi olarak kadının kullanımı bir sakınca yaratmazken, sorun kadın kelimesinin kavramlaşması ve kelimenin içini dolduran olguların temsilleridir. Bu temsiller Beauvoir’ın aktardığı biçimiyle kaldığı sürece kadın kelimesinin yerine ne önerilirse önerilsin hiçbir farklılık gözlemlenemeyecektir. Kadın erkekler tarafından yazılmış olan tarih boyunca, erkekler tarafından atanan rollere ve işlere girişmiştir. Öncelikle bu rollerin sorgulanması ve cinsiyet ataması yapılan bütün olguların gözden geçirilmesi gerekmektedir. Cinsiyet temsilleri hususunda bir yapı-söküme gidilmesi de gerekebilir. Bu gereklilik yalnızca kadın için değil erkek için de hayırlı sonuçlar doğuracaktır. Çünkü kadın kadar erkeğin de bir erkek olma durumu vardır. Cinsiyet eşitliği ya da kadın hakları üzerine sürdürülen mücadele her iki cinsiyetin de faydasını gözetmektedir. Kadını kadın olarak konumlandırmak kadar erkeği de erkek olarak konumlandırmak aynı derecede sakıncalıdır. Kadın olunur söylemiyle benzer bir şekilde de erkek olunur iddiası yersiz olmayacaktır. Örneğin bugün sürdürülen cinsiyetler arası eşitlik mücadelesi yalnızca ikili cinsiyet kalıbı üzerinden sürmemektedir. Gay, lezbiyen, biseksüel, interseksüel, transseksüel vb. cinsel yönelimlerin görünürlüğü arttıkça bu mücadele de katlanarak büyümektedir. Bütün bunların yanında artık yalnızca bir eril belirlenimden değil, “heteroseksist eril belirlenimden” bahsedilmektedir.
Yeniden kelimenin değil, olgunun -kolektif bilinçte ve tarihsel süreçte- kusurlu kaydına dönecek olursak, Benhabib, Butler, Cornell ve Fraser’ın birbirlerinden farklı değişim ve mücadele önerileri mevcuttur. Söz konusu öneriler temelde bu kusurlu söylem ve kayıtlara karşı verilmiş Habermasçı, Foucaultcu, Derridacı, Lacancı ve son olarak da pragmatist cepheden gerçekleştirilmektedir. Yine yukarıda sözü edilmiş olan olgunun değişmesi gerektiği noktasında uzlaşan bu farklı öneriler özellikle günümüzde süren feminist mücadelenin ve heteroseksist eril tahakkümün karşısında yer almaktadır. Sözü edilen bu isimlerin Felsefi Fikir Alışverişlerini göz önüne aldığımızda mücadelelerin ve tahakkümlerin niteliklerinin devingen ve akışkan bir karakterde olmasına karşın –belki de tam da bu yüzden – söz konusu kayıt ve anlayışların da değişebileceği umudunu yeşermektedir. 17. ve 18. yüzyıllarda burjuva denebilecek imtiyazlı beyaz kadınların oluşturduğu küçük “sisterhood” topluluklarında başlayan feminist mücadele günümüzde en alt toplumsal tabakadan “cinsiyetçi olmayan” herkese ulaşmıştır. Mücadelenin farklılaşması hali hazırda üçüncü dalgası gelişmekte olan feminist hareketin bu noktaya gelene kadar birçok olguyu değiştirebildiğinin de göstergesidir.
Öte yandan cinsiyetçi kalıplar farklı ihtiyaçlar ve farklı dönemlere ait dinamikler tarafından değişime uğratılmaktadır. Örneğin soğuk savaş döneminde ABD’de yayınlanan sigara reklamlarında kadın bedeninin bir obje biçiminde kullanımı “cinsellik sattırır” politikasından beslenen ve büyük oranda kadın bedeninin objeleşmesine bağlı olarak üretilen bir pazarlama yönteminin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Bugün ise bu tür reklamlar ya da pazarlama yöntemleri farklı bir dönem ve yeni kimi toplumsal dinamikler söz konusu olduğundan neredeyse ortadan kalkmış durumdadır. Günümüzde ayrı bir başlık olarak ele alınmayı gerektiren cinsiyetçiliğin daha rafine biçimleri işlerlik kazanmıştır.
Sonuç Yerine
Değinildiği gibi, lafzi olarak “kadın” bir sakınca ya da tehlike ifadesi değilken kavramın içeriğine gönderen anlam, olgu ve imgeler en az kadın kadar erkek için de sakıncalı içerik ve nitelikler barındırmaktadır. Bu sakıncalar ve kusurlar aşılamaz değildir. Belki de gerekli olan şey (Butler’ın da önerdiği gibi) bu kelimelerin işaret ettiği anlam ve olguları ortadan kaldırmak değil, yerlerine daha az kusurlu ve sakıncalı olgular koymaktır. Zamanla patriarkanın bile içerik ve anlam bakımından farklılaşması içimizdeki bütün bunların da aşılabileceği umudunu canlı tutmaktadır.

Kaynakça

Beauvoir, S. D. (2020). İkinci Cinsiyet (Cilt 1). (G. A. Savran, Çev.) İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Butler, J. (2005). Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. (B. Ertür, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Direk, Z. (2017). Cinsel Farkın İnşaası: Felsefi Bir Problem Olarak Cinsiyet. İstanbul: Metis Yayınları.
Foucault, M. (2017). Cinselliğin Tarihi. (H. U. Tanrıöver, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Fraser, N. (2006). Pragmatizm,Feminizm ve Dilsel Dönemeç. J. B. Seyla Benhabib içinde, Çatışan Feminizimler: Felsefi Fikir Alışverişi (s. 170-186). İstanbul: Metis Yayınları.
Irigaray, L. (2021). Doğmak: Yeni İnsanın Başlangıcı. (N. Sağlam, Çev.) Ankara: FOL Yayınları.
Mill, J. S. (2019). Kadınların Özgürleşmesi. (D. B. Aksel, Çev.) İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
Seyla Benhabib, J. B. (2006). Çatışan Feminizimler: Felsefi Fikir Alışverişi. (F. E. Sezer, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Wollstonecraft, M. (2020). Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi. (D. Hakyemez, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Yazan: Selin Ezgi Gazeloğlu